12 Aralık 2017 Salı

Bir Kitap : Köstebek (Önsöz)

               
             
Yıl 1925. Büyük Atatürk, genç Cumhuriyetin yurttaşlarına ve dış ülkelere şu tarihi mesajı veriyordu: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz”...

                Yıl 2002. Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor... Geçtiğimiz yüzyılın başında, İngiliz işbirlikçisi Derviş Vahdeti, Sait Molla, Dürrizade Abdullah, İskilipli Atıf gibi mürtecilerin tasfiyesi üzerine Cumhuriyet kurulmuştu. Bugün, küreselleştiği iddia olunan dünyada, gerçek anlamda küreselleşen Türkiye vatandaşı mürteciler, İngiltere’nin yanısıra, A.B.D., Almanya, Libya, Suudi Arabistan gibi ülkelerden yönetilmeye, yönlendirilmeye devam ediyorlar. Yalnız bir farkla ki, A.B.D.’den gelen kimi müritler, Türkiye’de milletvekili seçilip “türban krizi” yarattıktan sonra tekrar anavatanlarına geri dönerken, kimi dervişler de, milletvekili olmadıkları halde, Türk Hükûmeti’ne dışarıdan bakan olarak girebiliyor, yabancı taleplerinin takipçiliğini yapabiliyor. Ve bu araştırma konusu olan, yasadışı hocaefendi sanını (!) kullanmayı yeğleyen kimi şeyhler de, sanki gizli bir mübadele protokolü varmış gibi, kendi ülkesinden yeni vatan A.B.D.’ne rahatlıkla hicret edebiliyor...

               Yeni bin yılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve de meczuplarının amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil. Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor. Tam bağımsız bir devleti ve kazanımlarını ortadan kaldırarak, düyunu umumiye döneminde olduğu gibi, ülkeyi uluslararası finans merkezlerinin denetimine sokmak da, geriye gitmek anlamında mürtecilik olarak değerlendiriliyor. Aynı şekilde, koşulsuz AB teslimiyetçiliğini savunarak, devlet egemenliğini kayıtsız şartsız ulusa değil, Brüksel’e bağlamaya çalışanlar da, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın uzantıları olarak bu anlamda mürteciliği temsil ediyor. Anavatan kavramını Türkiye sınırlarından çıkarıp, AB sınırlarına mal edenlerin milliyetçi-muhafazakârlığı ile, IMF, Dünya Bankası ve AB çıkarlarının sözcülüğünü, savunuculuğunu ve de tetikçiliğini yapanların yeni solculuğu, tıpkı Fethullah Gülen’in ve müritlerinin din ve vatan anlayışı ile birebir örtüşüyor...

              Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en karanlık, en hazin dönemini yaşıyor. Bir tarafta, Türkiye Cumhuriyeti’ni koşulsuz savunan, Atatürk ilke ve devrimlerinin sahibi ve takipçisi, aydınlanmacı, tam bağımsızlıkçı, sömürünün her türüne karşı, evrensel barıştan yana, yurtsever, ilerici, ulusalcı kesim var. Ancak, ne bir siyasal partiye, ne basın ve yayın kuruluşlarına, ne de kendilerini destekleyecek ulusal sermaye gücüne sahipler. Ülkenin elden gidişini sessiz çığlıklarla izliyorlar. İşlerini ve işyerlerini kaybedenler, üniversite kapılarında bekleyenler, sefalet sınırının altında yaşayanlar, ülke güvenliğini sağlamaya çalışırken baba ocağına tabut içinde dönenler, Mumcular, Üçoklar, Aksoylar, Kışlalılar ve olup-biteni izleyen milyonlarca örgütsüz, dağınık Türk yurtseveri!.. Karşı tarafta ise, ülkeyi etnik ve mezhepsel esasa dayalı olarak bölmeye, yer altı-yerüstü ekonomik kaynaklarını pazarlamaya, din devleti kurmaya ve halkın dinsel inançlarını sömürmeye, hatta Cumhuriyet’in başına numara koymaya kararlı, zengin, güçlü, dış destekli, örgütlü vatan hainleri ve işbirlikçileri ile peşlerinden sürükledikleri ulusal bilinçten yoksun diğer bir kesim!..

               İşte “Köstebek” adlı bu çalışma, içinde bulunduğumuz kapkara dönemde, devletimizin altının nasıl oyulduğunun, nasıl zaafa düşürüldüğünün binlerce örneğinden sadece birine ışık tutuyor: Türk Devleti’nin istihbarat birimlerine sızmış, kadrolaşmış fethullahçıları!..

               Şeyhleri A.B.D.’de yaşayan, ancak kendi ülkesinde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan; C.I.A., MI6 ve BND gibi yabancı ülke istihbarat örgütlerine taşeronluk yapan bir cemaate mensup müritlerin, asli görevi kendileri ile mücadele etmek olan istihbarat birimlerinde kadrolaşabileceğini, devletin gücünü, devleti savunanlara karşı kullanabilecek düzeye gelebileceklerini kim tahmin edebilir ki? “Köstebek”, bu ihanet öyküsünün adıdır. ..

                   Siz, hiç fethullahçıları devlete karşı bir tehdit olarak algılayan, şikâyet eden ya da onlarla uğraşan bir PKK’lı, Brüksel ya da Köln merkezli bir terörist ya da bir TÜSİAD üyesi ya da bir siyasal parti lideri ya da bir ikinci cumhuriyetçi ya da bir azınlık mensubu ya da misyoner ya da Hükûmet üyesi ya da bir Başbakan gördünüz mü? Nitekim, fethullahçıları kontr-espiyonaj kapsamında iç ve dış tehdit odağı olarak tanımlayan ve mücadele konsepti geliştiren gelmiş-geçmiş bir İçişleri Bakanı, bir Emniyet Genel Müdürü ve bir M.İ.T. Müsteşarı da göremezsiniz, gösteremezsiniz!.. Haklı olarak sorarsınız, kendi iç güvenliğini sağlayamayan, sızıntılara engel olamayan bir ulusal istihbarat birimi, nasıl olur da ülkenin güvenliğini sağlar?!. Bu sorunun yanıtı, doğal olarak olumsuzdur. Önünüzde iki tercih vardır; ya çoğunluğun yaptığı gibi bu çelişkiye karşı başınızı çevirir, farketmemiş gibi yaparsınız veya risk üstlenerek araştırmaya ve mücadeleye başlarsınız!..
İşte, “Köstebek” çalışması, fethullahçıların bu az bilinen karanlık yüzüne ışık tutmak amacıyla hazırlanmıştır. Özellikle Basın Savcılarının şu gerçeği bilmeleri gerekmektedir: Bu kitap, İçişleri Bakanlığı’nı ya da Emniyet’i tahkir ve tezyif amacıyla kaleme alınmamıştır. Aksine, kitabın yazılmasında, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve M.İ.T. gibi kuruluşlara, devletin güvenliğini koruma gibi asli görevlerini hatırlatma ve bu görevlerinin gereğini talep etme amacı ön planda tutulmuştur.
Daha dün, T.B.M.M., A.B. ve A.B.D.’nin dayatmaları sonucunda, 30.000’den fazla vatandaşımızın ölümünden, yüzmilyarlarca dolarlık ekonomik kayıptan sorumlu Abdullah Öcalan için “idamı kaldıran” ve Türkiye’nin ulus-devlet özelliğinin temellerine dinamit koyan bir uyum yasa paketini kabul etmiştir. Hukukun temel kuralıdır, kişiler için yasa çıkarılamaz. Başta A.B.D. olmak üzere, hiçbir A.B. ülkesi, kendi iç hukuku ile ilgili dış dayatmalara izin vermez, veremez. Bu olguya rağmen Batılı ülkeler, bağımsız Türk yargısına, sözkonusu müdahale ile kabaca tecavüzde bulunmuştur. Hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı ilkelerinin bu şekilde çiğnenmesiyle, artık yeni dış müdahalelere de resmen yol açılmıştır. Bu zaafiyeti sergileyen T.B.M.M. üyelerinin, Abdullah Öcalan için ne zaman “af” çıkaracakları, hiç şüphesiz henüz bilinmiyor. Ama bu arada fethullahçıların beklentisi de ortaya çıkıyor: Fethullah Gülen, aynı dayatmacılıkla, belki yarın, tıpkı Humeyni gibi ve Humeyni işleviyle Türkiye’ye döndürülürse?!. Acaba T.B.M.M. ya da Hükûmet, hayır mı diyecek?!. Türkiye’deki tüm ulusalcıları, fethullahçı tehlikeye karşı çok geç olmadan birlikte hareket etmeye; istihbarat birimlerindeki fethullahçı unsurların temizlenmesi için kamuoyu oluşturmaya çağırıyorum...

                  Dr. Necip Hablemitoğlu.
     05.08.2002


                  Çankaya – Ankara.

16 Kasım 2017 Perşembe

Bir Fotoğraf : Pisi Burun & Kirpi Kafa

BurgazAda, Eylül,2017


Pisi burun Zeynep’in geçen hafta göz kontrolü vardı. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Ne gerekiyorsa yaptık fakat yukarı kası çalışmıyor. Yukarıya bakamıyor, göz bebeğini yukarıya çeviremiyor.  Ve hiçbir zaman da çeviremeyecek. Ama canavar gibi en minik harfleri bile okuyabiliyor. Önemli olan da bu. Görmesi. Şimdi ameliyat zamanı geldi çattı. Son 6 aylık bekleme süresindeyiz ama düzelmeyeceği belli oldu. Zaten buna hazırlıyorduk kendimizi.  Gel gör ki biliyorduk, hazırdık ama ı—ıhhh… Hiç hazır falan değilmişiz. Hazırlamamışız kendimizi. Biliyor olmak demek kendini hazırlamak falan anlamına gelmiyormuş.

Olmasa bu ameliyatı ne olur ? Hayatı boyunca yukarıya bakmak için boynuyla (boyun elevasyonu diyorlar) bakmaya çalıştığı için boynuyla ilgili rahatsızlıklar yaşar. Bu ameliyat ile diğer çalışan 3 kası oynatıp gözbebeğini bir tık yukarı alacaklar ki boynunu biraz rahatlatacaklar. Yani o kasın çalışması için yapılan bir ameliyat olmayacak. Bu da bizi biraz endişelendiriyor.

İlk olarak Bahriye Teyze’nin (doktorumuz) 1 yaşında yönlendirmesiyle nörolojiye gittik. Hani beyin soğancığında bu kası engelleyen bir kütle mi var? MR çekildi . Hiçbir şey yok. Nörolojik olarak herhangi bir sıkıntı bulunamadı. Buraya gelmenize artık gerek yok dendi ve göz kontrolleri devam etti.  6 ayda 1 kontroller ihmal edilmedi. Bu arada her gün yarım saat 1 sağ göz 1 sol göz sırayla kapama işlemi yapıldı.  Ameliyat olacak 6 ay sonra denildi ama hala göz kapamaya devam da edilsin denildi. Bir umut belki bir ihtimal. Ona fırsat vermek gerek.  Nefes aldığımız sürece hep bir umut vardır değil mi ?

Bir Fotoğraf






Mesela bu fotoğraf Korhan’ın kızının doğum günüden. 2 hafta önce daha yeni çekildi ve çok çarpıcı bir bir örnek. Dalya 3 yaşında, Zeynep 3,5. Fazla yaş farkı yok. Ama Dalya gözleri yukarı çevirerek bakıyor ve başı, çenesi aşağıda. Gözleriyle bakıyor çünkü yukarı kası çalışıyor. Zeynep ise yukarı bakamadığı için boynunu hareket ettiriyor, kafasını kaldırarak bakıyor, çenesi yukarda.

Bu günler unutulmaz ama bugünlerde gelip geçecek.








Sabahları kirpi kafa Bora ile birlikte çıkıyoruz. Yolumun üzerinde önce onu okula bırakıyorum, sonra işe devam ediyorum. Sabah kapıdan çıkıyoruz ve eğlence başlıyor. Bazen minibüsü görüyoruz uzaktan, geliyor yakalamak için koşturuyoruz. Bazen oturacak yer bulamıyoruz, ayakta kalıyoruz. Evden durağa kadar şen şakrak konuşuyoruz . Minibüse binince Bora Bey susuyor.
“-Anne herkes bize bakıyor konuşma.”  dedi geçen gün.  Bir kere öpmeye kalktım.
“-Napıyosun ?  Yapma !” dedi.

A aaa dedim içimden büyümüş de adam oluyomuş yavaş yavaş. Bende yeni farkına varıyorum. Bazen tehdit ediyorum onu.

“-Öğretmenini  iyi dinle bak minibüsün ortasında mucuk mucuk öperim, öpücük manyağı yaparım seni. “ diyorum.
“- Yaff off ANNEE!”   Bayılıyorum onu kızdırmaya…

Yeni farkına vardığım başka bir durum daha oldu. O da çok hoştu. Yer veren birileri oluyor çocukla binince haliyle. Bende geçip oturuyodum onu da kucağıma alıyordum. Gene öyle kucakta geldiği bir günün sonunda indikten sonra tam ayrılırken dedi ki :
“- Anne sen beni böyle kucağına oturtuyosun ben çok utanıyorum. Bir daha alma lütfen. Herkes bana bakıyor.” dedi.Gülsem mi gülmesem mi kaldım. Ne diyeceğimi şaşırdım. 
“-Tamam Tamam.”  dedim ayrıldık ama beni bi gülme aldı önce… 

Sonra düşündüm kendi kendime, bir dışardan baktım dedim OHA Çiğdem hakketen çocuk 10 yaşında büyüdü artık kucak yaşı geçti çoktan. Komik olma lütfen bi daha alma kucağına!
Ama napıyım ben hala onu Zeynep gibi 4 yaşında sanıyorum. Öyle görüyorum.  Neyse o gün bugündür almıyorum artık kucağıma. Onu oturtuyorum boş yere ben ayakta. Babasına anlattım.  
“-Sen otur yaw, o dikilsin ayakta hayta!” dedi.

İşte baba farkı.  Babalar daha acımasız gerçekten. Anneler kıyamıyor. Bu düzen değişmiyor.

Dersi 08:30’da başlıyor. Ben tabi işe yetişmek için onu 07:55 – 08:00 gibi bırakıyorum. Geçen gün bana : “ Anne sınıfa giriyorum kimse olmuyor. Sen beni çok erken bırakıyorsun?” dedi.

Başka bir sabah :
“-Koş oğlum geç kaldık.” dedim.
“- İşte hayat bu yüzden çok eğlenceli.” dedi.
“ Nesi eğlenceli çocuum. “ dedim.
“-Hayatı eğlenceli yapan da bu. Zor olması.” dedi.  Bora’dan inciler…

Ama ödev yapmıyor, okulu sevmiyor, gitmek istemiyor. Onun cephesinde de derslerle ilgili büyük sıkıntılar var. Öğretmenler arıyor, ödevlerini yaptırın diye . Bizi inanılmaz zorluyor. Resmen ağlıyor yapmamak için. Hala farkında değil ödev yapmasının gerekliliğinin, sorumluluklarının, okula neden gittiğinin… Anlatamıyoruz. Temelde bir şeyler hala eksik ve bir türlü toparlayamıyoruz. Pazar günü beni kızdırdı, bu konuları konuştuk biraz , ben biraz küstüm, biraz surat yaptım. Gelmiş kitabımın arasına bak ne yapmış. Sıpa işte eşşeğin doğurduğu…

Biliyo çünkü o kitap açılacak :)

Bora’dan inciler olur da Zeynep’ten olmaz mı ? Bebekleriyle oynarken onları konuşturuyor.
“-Hadi gel canım alışverişe çıkalım.” dedi. Sonra döndü bana :
 “-Canım ne demek anne biliyo musun?”  dedi.
“-Bilmiyorum ne demekmiş. “ dedim.
“-Canım demek korumak.”  demek dedi.
Bilmiyorsanız sizde öğrenin canım. Canım demek korumak demek alla allaaa….

Hele geçen akşam babasıyla odasında eğlenirlerken birden bir  ağlama duyuldu. Ama şımarıktan bir ağlama sesleri olduğu çok belli. Konu neydi bilmiyorum ama en son babasına şöyle derken duydum.


“-Şimdi beni yalnız bırak. Kapat kapıyı ve çık.” 



Çağlayan -  Kasım 2017
Yazan : Tavşan Diş




2 Kasım 2017 Perşembe

Bir Şiir - Adımla Nasıl Berabersem



hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
koşar gibi yürüyüşün
karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kainatın
karanlık boşluklarında akıp giderken zaman

adımla nasıl berabersem öylece beraberiz
seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye
gönlümüz mutluluğa inanmış olmanın gururuyla rahat
koltuğumuzun altında birer dinamit gibi kellemiz
ve sonra her zaman her ölümlüye
aynı şartlar altında kısmet olmıyan
gerçekleri görmenin aydınlığı alınlarımızda

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların

sen bana kalbim kadar elim kadar yakınsın


Atilla İlhan




12 Ekim 2017 Perşembe

Bir Şarkı - Ey Benim Çocukluğum



Yorgunum hatırlamaktan
Hangi bir günahıma yanayım
Kendine düşman bin pişman
Bulabilsem yalvarayım

Bu dünyanın aşk bilgisi
Bir kara tahta silgisi
Nefsimin yenilgisi
Sonsuza dek cezalıyım

Ey benim dikenli yolum
Çocukluğum, olgunluğum
Ey benim çilehanem
Yana yana yolculuğum

Ne yapsam, nereye gitsem olmuyor
Hayattayken araftayım
Bir hatıraya sevdalı
Hem kazanan hem kaybeden taraftayım

Ne burada ne uzaklarda
Sofralarda, sokaklarda
Bilhassa güneşli soğuk bir güne
Uyandığım sabahlarda

Sınırsız bir boşluksun
Açlıksın, yokluksun
Sonra bir nağme mırıldanırım
Hala her şeyden çoksun



Söz: Sezen Aksu
Beste: Sezen Aksu
Düzenleme: Ozan Bayraşa

https://www.youtube.com/watch?v=kkMTykQG4Qc


12.10.2017 , Koşuyolu

27 Eylül 2017 Çarşamba

Bir Günlükten Aşk Üzerine

Bir cumartesi sabah vakti içerde kızım hafif ateşli uyurken, oğlum odasında karikatürlerini çizerken, babaları işine gücüne gitmişken, kahvaltılar da edilmiş kahve kitap saati gelmişken, acaba ne okusam ne okusam derken, aylar önce satın aldığımız hatta yapımını da tamamladığımız ama bir türlü fırsat bulup da duvara monte edemediğimiz kütüphanemiz yüzünden hala yerlerde koridorda duran kitaplar arasında gezinirken, kayınpederim vefat ettiğinde onun kütüphanesinden gelen kitaplara gözüm takıldı. Onları incelerken İrfan dedenin yani kayınpederimin babasının günlüklerini buldum. Ah işte sonbahar ve en sevdiğim nostalji.

Mesleği öğretmen olan İrfan dedemiz köy enstitüsü mezunu, Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde köylerinde hizmet vermiş bir başöğretmen. İdealist ve aşka tutkun, naif yapılı ve duyarlı bir insan portresi çıkıyor okudukça. Okuduğu kitaplar, aldığı terfiler, seyahatleri, öğrencileri, arkadaşları yaşadığı ne varsa tüm anılarını duygu yüklü yazmış. Sefiller kitabını anlatmış. JanValjan'dan ne kadar etkilendiğini. Fotoğraf çekme sanatı başlıklı sayfalarca deneyimlerinden bahsetmiş. Saç boyama sanatı diye bir başka başlığı daha var. Güzellik üzerine. Siyah saç boyası nasıl yapılır? Karışımlar, förmüller, bukle saç nasıl yapılır gibi daha neler neler.

Yeni evimin yeni balkonunun tadını çıkarmaya çalışırken işte tam da okunası zamanda bu günlükler pek tatlı geldi. Ve işte günlüklerden aşk üzerine olan alıntılar ; Sene 1931-1932 'lerden...


Aşka Dair      (Andre Gide’den)

Aşk yalnız sevmekten düşünmekten ibaret değildir.  O yalnız kalp ile dimağa ait olmasa gerek. Eğer öyle olsaydı, gurbette olan bir aşık kendini teskin ve hatta memnun edebilirdi.

Düşünmek, hep sevgilinin hayali, hatırasıyla mütemadiyen uğraşmak, yalnız yaşamak kafi gelmiyor. Goethe "Aşk bir ıstıraptır. Ondan ancak maşukanın (sevgili) yanında kurtulunur. “ demiş. Yani ıstırap yalnızca sevgilinin yanında unutulur. Yoksa tek başına sevmek kafi değil. Sevdiğini görmek, onun yanında bulunmak, onunla beraber yaşamak ve işte emel…

Gözlerin sevdiğini görmez, kulakların sesini işitmez, burnun kokusunu almaz, elin vücudunu okşamazsa, insan kucağında;  ben seni bütün varlığımla seviyorum diyemezse,  bu sözün onun üzerindeki tesirini göremez, anlayamazsa neye yarar ? Vakıa (her ne kadar ise de) söylemek şart değildir. Fakat aşk tamam olmak için mütekabil (karşılıklı) olmalıdır. Bu pek nadirdir. Fakat asıl saadette budur.

Kıskançlık muhabbeti öldürür. İtimat (güven) yaşatır. Her zaman sevdiğini anlamak, affetmek gerektir. Maddi menfaatleri düşünme, arzularının akıbetinden korkma, mağlup olursam diye gamlanma. Aşkı her gün yeniden haket. Dimağında, kalbinde ve vücudunda bulunan aşk ateşini hiçbir vakit söndürme.  Kanının şehvetini, dimağının ıstırabını, kalbinin saadetini birleştir ve hepsini birden sevgilinin en küçük bir keyfi için feda et.  Fakat acaba bu mümkün mü ?







Aşkı düşünmek zevk , duymak azaptır
Aşkla zaman ve zamanla da aşk geçer
Aşk iyileşmek istenilmeyen yegane hastalıktır
Aşksız kalp parasız cüzdan taşımak gibidir.
Bir türlü aşk bin türlü ihanet vardır.
Sevmek bir piyango biletidir. İkramiyesi sevilmektir.

Muvakkar Ekrem









Şu zavallı yüreğim hep senin aşkınla yanar
Seni ister seni gönlüm seni bilsen ne kadar
Geliver bir gece olsun, yaşasın hatıralar
Seni ister seni gönlüm seni bilsen ne kadar









Senin aşkın varlığı içinde öyle yok oldum ki bu yokluk bin varlıktan yektir.

Yemin ederim ki aşıkların gözünden akan yaşlara bir hayat gıpta eder.
Dildarın mezar başına gittim, toprağa seslendim. Dedim ki “Ey toprak benim vefakar olan yârimi incitme, hoş tut.”

Sevgilimden başkaları ile de hembezm (sarılmalar) olmama rağmen vallahi gönlümde ondan başka hiçbir kimsenin aşk ateşi yoktur.





23.09.2017 ,Cumartesi - K.yolu







26 Eylül 2017 Salı

Bir Şiir - Nazım Hikmet'ten Veronica'ya



Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli, 
belini sarmayalı, 
gözünün içinde durmayalı, 
aklının aydınlığına sorular sormayalı, 
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekliyor beni bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık. 
Aynı daldan düşüp ayrıldık. 
Aramızda yüz yıllık zaman, yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta koşuyorum ardından. 

Hasret - 1959 , Varşova







         

15 Eylül 2017 Cuma

Bir Hafta - 40.Yaş günü Serüveni


Geçtiğimiz haftadan o kadar çok sıkıldım ki anlatamam, adeta bitmek bilmedi inadına.
Sıkılma nedenim çok açık; hem kurban bayramı tatili sonrası uzun bir ara olması hem de Salı günü işbaşı yapmış olmanın münasebetsizliği gibime geliyor. Eylül ayının bu dönemleri zaten beni hep sıkar. Okulların başlaması, trafiğin felç olması, can sıkıcı işler silsilesi, kışın geliyor olması basar da basar…

 Onun dışında babasız efsane bir hafta geçirdik. Yoğun iş temposu nedeniyle ne sabah ne de akşamları kendisini göremedik. Annem de yok yazlıktaydı hala. Hal böyle olunca Zeynep ve Bora’yı kaldır, giyindir, çantalarını hazırla, yumurtalarını pişir, yedir, sonra sen kendin giyin, saçını yap, makyajını yap, hep birlikte sokağa dökül, minibüse bin, in, birini dedeye bırak, ötekini okula bırak sonra kendini  08:30’da mesaiye bırak. Mümkün mü ?  09:00’dan önce işe gelemedim haliyle. Böyle devam edecekse ki edecek gibi mesaisi  09:00 ‘da başlayan bir başka iş aramalıyım sanırım.

Akşamda bu rutin değişmedi. Ben işten çıkınca doğruca eve gelip, babamın yaptığı nefis acılı yemeklerden yedikten sonra toparlanıp eve geçişimiz pek şenlikliydi. Arabam olmadığı için toplu taşımayla idare ettik. Aman ne zormuş inmek binmek çantalarla çocuklarla. Bende ziyadesiyle paniğim bu konuda o yüzden extra zorlandım. Bu durum 3 gün 2 akşam devam etti.  Dedim ki ulan kocası veya yardımcısı ve ya anası babası olmayan 3 çocuklu analar napıyooo ? Ya onlar olmasaydı ben ne yapardım ? Ah bu küçük bedenim nasıl dayanırdı bu acıya… J

Hiç başımdan eksik olmasın anam ve kocam meğer ne yardımcılarmış bana. İnsan yoklukta anlıyor. Bir eziyet başa gelmeden anlaşılmıyor. Dışardan bana çok şanslısın derlerdi. Annen var. Gerçekten öyleymişim. Öteki türlüsünü hayal bile edemiyorum.

10 Eylül babamızın 40. Yaş günü olması nedeniyle de bir takım süprizler hazırlamaya çalıştık. Burgazada Kalpazankaya’da çoluklu çocuklu yemek organize ettik.  40 yaş olduğu için gönlü hoş olsun boş geçmesin böyle bir gün istedim. Hem de tam 10 Eylül Pazar gününe denk gelmiş yani ayıp olurdu bir organizasyon yapmamak.

Cumartesi sabahtan çocuklarla adaya geçmek planı yapmıştım. Ancak cuma akşamına geldiğimizde bırak düşündüğüm süprizleri hazırlamayı henüz hediye bile bakma fırsatım olmamıştı. Klasik iki ayak bir pabuçta girersin Capitol’e, önce gözlük mü alsam, saat mi baksam derken fiyatların uçmuş olduğunu gördüm. %50 indirimle 5.900 TL , 7.800TL saatler… %50 indirim yapsan nolur? "Saat almak için çok geç kaldın ve kesinlikle yanlış yerdesin kızım" dedim. En iyisi sen gözlüğe dön. Ama onlarda farklı değildi ki. Milyon dolarım olsa saate gözlüğe şu paraları vermem yürü gidelim dedim. Eeee ne alacağız o zaman derken Boyner hayatımı kurtardı. Hesaplı ve tam da aradığım gözlüğü orda buldum. Neyse ki çok da beğendi. Zaten çok eskimiş olan gözlüğünün tarzında yeni bir güneş gözlüğü ile 40 yaşımız hayırlı olsun diyerek hediyeyi bağladık.

Hediye işi hallolunca doğru Migros’a… Gelelim süprizlere… 20 yıldır sürpriz kalmadı yapa yapa tabii biraz aynı şeylerden gittik. Alacaklarımın listesi hazır. Şampanya, konfeti, 40 tane mum, pasta içinse 4 paket muffin aldım. Eve gidince hemen  40 tane muffin pişirdim. Allahtan o gece davet varmış teknenin birinde de sabah 03:00’te geldi eve yoksa pişirip saklamak için Zuzu’ya gitmek zorunda kalacaktım.  40 adet mum üfletmek hayalimdeydi ama hangi pastaya o kadar mumu nasıl sığdırırım, ta oralara pastayı dağıtmadan eritmeden nasıl taşırım diye düşünüyordum. Bazen aklımı seviyorum.  40 tane muffin harika bir fikirdi.  Taşıması da kolay oldu. Tabak çanak servis sorunu olmadı. Bu pastayı en çok çocuklar sevdi. Alıp alıp masadan kaçtılar afiyetle…


Saat 13:00‘e geliyordu  cumartesi günü evden çıktık. Taksi kapıya gelsin istedik, aradık ama iki taksi durağında da araç kalmamıştı. Eteğimde iki çocukla döküldük mü gene sokaklara… Bende zımbazımp dolu, ağırlaşmış bir sırt çantası ve çekçek pazar arabası… Durakta taksi yoksa zaten anla ki sokaktakilerde dolu geçecektir. Öyle de oldu. Şaşırmadık. 10 dakika bekledik. Baktım bizim istikametimizde boş bir taksi geliyor. El yaptım. Durmadığı gibi önümüzde manevra yapıp geri döndü ters yöne. Napıyo lan bu taksi ne saçmalıyor derken meğer bizden önce karşı yoldan biri çevirmiş. Gitti onu aldı mı ? Halbuki biz ondan önce çıkmıştık yola. O nerden çıktı şimdi yırtık dondan çıkar gibi de ne zaman çevirdi ? Ben elim kolum dolu daha mağdurum. O da sap gibi tek bir tane gençten çocuk. Çantası bile yoktu. Bizi gördü üstelik. Bindi ve gitti. Bizde ağzımız açık baktık. Şansa bak.



Derken bir tane taksi çok geçmeden geldi de Bostancı iskelesine vaktinde yetişebildik. 13:30 Kınalı-Burgaz motoruna bindik.  Böyle motora bindik indik diye anlatıyorum da öyle yazdığım gibi kolay olmadı o işlerde. Ben epey panik halde davranışlar sergilediğim için tabii etraftan artık nasıl görünüyosam görenler pazar çantamıza falan yardım ettiler.

“Hanfendi acele etmeyin daha vakit var, koşmayın.” 
“Hanfendi çantanızı bize bırakın biz koyarız,tamam.”
“Hanfendi buraya koyuyoruz, bakın.”

Şansımıza hava da nefisti.  

Ama çocukları memnun etmek ne mümkün. Bora vır vır daha takside başladı. Gelmek istemedi. Ayak diretti. Çünkü evde x-box dan ayrılmak istemedi. Babasının doğum günü olmasaydı valla bırakırdım Sado’yla ne hali varsa görürdü artık gözü çıkana kadar oynardı. Mis gibi adada hava varken,  ormanda bisiklete binmek varken, deniz, yosun kokusu, martılar, tatlı güneş, geceleri mehtap, ateş, toprak, su varken. Sanki bana var, onlara yok.

Adaya vardık. Bu seferde faytona binelim diye tutturdu. Huysuzluk devam edecek ya… Yürüyemezmiş o kadar yolu paşanın oğlu… Yolun yarısına kadar fayton da fayton. Yedi beni yedi. Kızın çantasında lolipop vardı. Öyle oyaladım. 1 tane cola aromalı varmış. Zeynep tuttu onu abisine verdi. Kendi limonlu yedi. Cola aromalıdan da 1 tane kalmış mı ? Zeynep kendininkini yiyip bitirince bu sefer başladı mı ben colalı şeker istiyorum. Onu bana ver kavgası. Kızım bak olmaz o ağzına sürdü. Başka yok.  Alırız sonra. Yapma etme eyleme gözünü sevdiğim. Yok. O da yolun yarısından eve kadar colalı da colalı diye zırıl zırıl yürüdük.  Kuşa bak, kediye bak, rüzgar gülüne bak.  Fayda yok. Kafa colalı da ya…  Yediler bitirdiler beni…

Eve geldik tabi aç geldik. Hemen yemek hazırladım. Yedik içtik. Ben biraz evi derledim topladım.

İstiyorum ki onlar güzel güzel bahçede oynarlarken bende kahvemi içiyim sakin sakin kitabımı okuyayım. Ama yok. Mümkün mü ? İki kardeş sanırsınki  kanlı bıçaklı iki düşmanlar. Birbirleriyle nasıl uğraşıyorlar, bağırış çığırış, kavgalar, anlaşmazlıklar. O onu bağırtıyor o onu. Hakem gibi bende aradayım ama yok uzlaştırmanın imkanı yok. Dinlemiyorlar bile. Bir yerden sonra bana da geliyorlar. Beni çiyak çiyak bağırtıyorlar. Anca öyle susuyorlar. Olan bana oluyor. Öyle bağırdığım için yarım gün kendime gelemiyorum. Üzülüyorum. Ama onlar 10 dakika sonra bakıyorum ohooo eski hallerine dönmüşler.

Baktım böyle olmayacak hadi dedim parka çıkıyoruz. Parka çıktık. Hahahahahaha… Çocuklar benimle herhalde dalga geçiyor. Nasıl güzel oynuyorlar parkta anlatılmaz yaşanır. Bunlar aynı çocuklar mı acaba? Yoksa parka kopyalarını mı getirdim? Hayal mi görüyorum ? Şizofrene mi bağladım yoksa ? Kendimi çimdikledim. Hayal değilmiş. Bora’ya şaştım kaldım. Benim oğlum tam bir abiymiş yahu? Nasıl koruyor kolluyor kardeşini? Basbayağı oyun kurdular ve güzel güzel oynadılar. Gözlerime inanamayarak izledim. Etraftaki yaşlı teyzelerin konuşmalarını duydum. “Ay şunlara bak kardeş kardeş ne güzel oynuyorlar.”  Sonra bir başka kadın geldi beni tebrik etti.  “Ne güzel çocuklar çıkarmışsınız. Yani hem çok güzel çıkmışlar hem de çok güzel çıkarmışsınız yaneee” demez mi ? Güler misin ağlar mısın ?


Akşam babaları geldi. Yemek hazırlandı, keyifle yendi içildi. Sonra o çocuklarla uyuyakaldı. Bende her zamanki gibi Sezen şarkıları, arkamda ilk dördün dolunay ve şarabımla başbaşa kaldık… Tek farklı güzel yanı dalga sesleri ve rüzgarın kıpırdattığı ağaç seslerinin eşlik etmesi oldu.




10 Eylül 2017 
 Burgazada




13 Eylül 2017 Çarşamba

Bir Kitap - Güvenli Bağlanma

Kurban Bayramı Burgazada’da çok güzel geçti. Çocuklarla araya giren uzun ayrılık sonrası artık birleştik ve hasret giderdik. Onlarla vakit geçirmek bana da iyi geldi. Oldukça yorucuydu o ayrı ama iki çocuklu annenin fıtratı artık bu. Kabul ettik onu bir kere.

Temmuz- Ağustos süresince kız kardeşim Zuzu da Zeynep ve Bora ile birlikte yazlıkta olduğu için onları görmeye her hafta sonu gittiğimde bana yaşananları aktarıyordu. Zeynep’in kış boyu devam eden gece terörü teşhisi koyduğumuz uyku arası nedensiz ağlama krizleri yaz boyu da devam etti.  Bunun üzerine bana okuduğu bir kitabı önerdi ve okumam için resmen diretti.  İyi ki de diretmiş.

Ara ara kitaptan bana fotoğraflar attı. Okudukça aslında bende kanaat getirdim ki tamam evet bu kitabı okumalıyım.  Elbette ki sadece ağlama krizleri ile ilgili nedenleri  ve ne yapılması gerektiği yönünde önerilerde bulunan bir kitap değil. İçerik oldukça geniş ve anlatım inanılmaz sade, konuşma dilinde gibi,  şıkır şıkır okuyorsun.  Zihninde canlandırabiliyorsun. Kendini düşünüyorsun, anneni düşünüyorsun, ananeni bile düşünüyorsun anneni nasıl yetiştirmiş diye…

Pedagog Dr. Adem Güneş tarafından yazılan “Güvenli Bağlanma”.

Çocuk sahibi olmaya adayken bile bu tarz çok kitap okudum, hala da okurum. Gerçekten bu kadar güzel anlatan ve bu kadar güzel yönlendiren bir kitaba daha rastlamadım. Üstelik anlatılanları uygulamaya başladığınız andan itibaren geri dönüşünü hızlıca göreceğiniz çok başarılı bir kitap. Çocuk sahibi olan herkese hediye etmeyi falan düşünüyorum şu an…

Etkilenmemin sebebi ;  mesela Bora daha yeni doğmuşken onunla ile ilgili yaşadığım bir sorunun kaynağını anlatmış. O zaman olsa belki inkar ederdim. Hayır canım ne münasebet tabiki öyle değil diyebilirdim. O zamanlar farklı bir psikolojide oluyor insan. (emzirme dönemleri, lohusalık gibi… ) Aslında aynen dediği gibiydi tüm yaşadıklarım. Şimdi o dönemden çıktım ve olaylara gerçekler çerçevesinden bakıp yorumlayabiliyorum.  Ah tabi yaa diye diye elimi alnıma şaklata şaklata okudum.

Bebekler yeni doğdukları andan itibaren annenin tavrını hissediyorlar. Hamilelikten başlıyo ya aslında doğduktan sonra başka alem. Bebeklikte bir davranışı anlatıp sonra  ilerleyen yaşlarda 3 yaşa geldiğinde şöyle olur , 5 yaşa geldiğinde  böyle olur, sonra bu durumlar sorumlulukları bilemeyen, ödev yapamayan, değil hayatını, 1 saat sonrasını bile planlayamayan çocuklar haline gitmeye doğru diye bahsetmeye başlayınca dedim ki olamaz çok geç kaldık biz bunları yaşıyoruz şu an.  

İyi de ikisini de 3 aylıkken bırakıp işe güce döndük tabi nasıl olabilirdi ki güvenli bağlanma zaten diye geçiriyorum içimden. Şimdi şimdi jeton düşüyor ki belki yaz boyu daha küçücüklerken onları yazlığa bırakıp gitmelerimiz bile duygusal benliklerini etkiledi. Her hafta sonu görmeye gidiyorsun ama yeterli olmasına olanak yok. Sabahtan akşama kadar işteyiz. Sadece akşamları bile yeterli değil ki… O yüzden bir kitap okudum hayatım değişti derler ya seneye yaza farklı bir plan düşünmeye başladım bu konuda da. Daha az ayrı kalacağız bundan sonra. Yeğenim Ali çok şanslı o yüzden. Hem annesi yanında hem de ben daha hiç görmedim çocuğunun gelişimiyle böyle yakından ilgilenen bir anne. Hem kendi mutlu hem bebeği.  Allah bozmasın…



Her neyse, özetle konu şuraya gelecekti gelemedi bir türlü. Fark ettim ki yani daha ergenlik dönemi görmedik ama öyle derler ya büyüklerimiz, ergenliğe kadar çocuğa ne verirsen kapar, alır, ondan sonra bir şey yapamazsın kişiliği yönünde…   Onu da göreceğiz inşallah ölmez sağ kalırsak da  galiba haklılar o sözlerinde de.  Kitabı okuyunca eyvah geç kaldık biri 4 yaşında biri 10 yaşında, bizden geçmiş ola derken, bir  yandan da zararın neresinden dönersek kardır zihniyetiyle önerileri uygulamaya başladım. Aman Allahım bu kadar mı hızlı dönüş sağlanır. 3 gün 3 gece yaptım. Sadece 1 gece ağladı. Vazgeçmedim, uygulamaya devam ettim, 13 günde sadece 2 kez ağladı. Her gece ağlayan çocuktan bahsediyorum.  Çok mutluyum.  Ama ölene dek buna devam etmem gerek sanırım. J

Ne mi yapıyorum ?

Her gece yatmadan evvel saçlarını tarıyorum ve masal okuyorum.  Bunu daha öncede yapıyorduk, tabi ki saçını tarıyordum kızımın ve kitap okuyordum ona fakat  her gece rutinimiz değildi. Yani bir plansızlık vardı. Şimdi planlar dahilinde hadi saçlarımızı tarayıp masalımızı okuyup sütümüzü içip yatalım diyorum. Her gece ama her geceeee. Tek yaptığım bu ve ne kadar basitmiş meğer, ben bitiğim o ayrı ama olsun ağlamalar kesildi mi kesildi.

Mesela uyku zamanına kadar birlikte oyun oynuyoruz, sohbet ediyoruz. Bu da pek yoktu.  Ben işten gelince yemek yap önlerine koy, yedir, kaldırla geçiyordu zaman, biraz mekanikti, ama onu da şöyle birleştirdim. Yemek yaparken mutfaktaysam yardım istiyorum onlardan. Sofrayı kurun bakalım diyorum. Bunu da çok okumuşuzdur değil mi ? Çocuklarınızı işlere dahil edin diye ama uyguladık mı ? YOK. Şimdi uyguluyoruz mu ? EFET. Bu da ne kadar basit değil mi ?  Sadece mutfağı toplayamıyorum o işler sonraya kalıyor o biraz kötü oluyor.  Bana giren girmiş zaten ama olsun, gece  ağlamaları kesildi mi kesildi. J

Diş fırçalarken yanlarındayım. Beraber fırçalıyoruz. Önceden kendi hallerine bırakıyordum. Sen fırçalayadur bebeğim ben geliyorum diyip ortamı terk ediyordum.  Bu da basit gibi görünse de nasıl sabır gerektiren bir şey anlatamam. Çünkü kim bilir ben o ara hangi ev işine koşturuyorumdur da ondan öyle diyorumdur. Gene kaçmamak için kendimi zor tutuyorum. J  İşler kalıyor mu kalıyor, ben bitik mi bitiğim ama ağlamalar böyle böyle kesildi ayol… J

Ev işleri onlar uyuduktan sonraya kalıyor bana zor oluyor haliyle çünkü bende uyumak istiyorum.  Bu sefer de ben başladım mı gece kalkıp kalkıp oturup zırlama ağlama krizlerine !!!  Geceleri  terör estirme bana geçti dermişim.  J   Şaka bir yana tıp çalışan anneler karşısında çaresiz kalıyor dostlarım.


Mesela daha başka beraber sofraya oturup yemek  yeme konusu.  Babaları bu konuda diretirdi. O da ailesinden görmüş akşam yemeği aile sofrada otursun buluşsun isterdi ama gelmezlerdi sofraya bi türlü.  Akla karayı seçerdik. Sinir olurduk hatta. Kitabın bir önerisi diyor ki bazen odasında ya da TV karşısında yemek isterlerse ona da itiraz etmeyin. Ufacık keyifleri varsa onu da diretmeden onaylayın. Bu tarz katı kurallar  4- 5 yaştan önce koymayın. Çünkü bilinçleri henüz o derece gelişmiş değil. Bunlar ilerde size yol, su, elektrik olarak geri dönüyor, herşeyin bi zamanı vardır diyor.  İşte o geri dönüşleri de biliyor yazar ve anlatıyor. Bende yaşadığım için kitabı haklı buluyorum. Neyse okey buna da  esneklik getirdik ve sonuç çocuklar bayaa mutlular yahu…  Sonu nereye varacak bilemiyorum ama 5 yaşa kadar vakit var sayın doktor.  O kural babası tarafından geri gelecektir. J

Mesela anlaşmazlıkları çözmeden bir adım atmıyorum.  Sorunlar geçiştirilmiyor artık. Mutlaka çözüme ulaştırılıyor, barış sağlanıyor, her iki taraf da memnun ayrılıyor. Bu da kitaptan ve ben bunu sadece bu kitapta okumadım diğer bilumum dergi, kitap, gazetenden çok okuduydum. Sadece uygulamıyormuşum. Ve çok daha fazla tüyoyu kitaptan bulabilirsiniz. Şiddetle tavsiye ediyorum.  Kitap her konuyu baştan sona bir tertiple ve özenle anlatmış sanırım ondan etkili oldu. Yazarın anlatım tarzı da  beni çok etkilemiş olmalı ki ciddiye alıp uygulamaya başladım ve başarılı buldum.

Baba faktörü de tabi ki önemli.  Onu da zaman zaman uyarıyorum ve düzeltiyorum okuduklarım doğrultusunda çünkü anne - baba burada tutarlı davranış sergilemeliyiz.

Tüm bunları zaten biz uyguluyorduk kızım ohoooo sen neredesin diyorsanız walla tebrik ediyorum sizleri…  Ne diyebilirim ki J

Kitabın içeriğinde bulunanlar ;

Bağlanabilme Güven duygusu , Bağlanmanın temeli , Anne ile yatan bebekler daha huzurlu oluyor, Anne -çocuk arasındaki büyülü bağ(emme) , Hangi şartlar altında emzik kullanılmalı,  Bağlanma için gündelik fırsatlar , Anneden koparken; Birinci aşama; sütten kesme,  İkinci aşama; tuvalet alışkanlığı,  Üçüncü aşama; yataktan ayırma, Dördüncü aşama; odadan ayırma,  Yetersizlik duygusu,  Eşyaya nüfuz edebilme,  Empati ile değersizlik suçluluk hissi bağlantısı,  Kazanılmış güven duygusu kaybı

Ve kesinlikle geç kalmadınız. Çocuklar mutluysa anne de mutlu.  Ağlamalar kesildi naber ?


 Eylül 2017,  K.yolu


25 Temmuz 2017 Salı

Bir Gezi - Samos Adası

Yaz tatilimizi son iki yıldır Zeynep küçük diye rahat edebilmek adına ama aslında benim hep nefret ettiğim tatil köylerinde geçirdikten sonra, bu yıl artık bir yurtdışı planı yaptık da neyse ki kendimize geldik.

İki çocukla çok yorucu bir tatildi haliyle… Aman harika dinlendim, yattım, bol bol gezdim, uyudum demek zor ama yine de Samos gibi muhteşem bir adayı görmüş olmak sevindirici.  Ve tabi gene çocuklu olma durumundan dolayı gezilecek pek çok yer gezilemeden dönüldü.


18 Haziran Pazar babalar gününde iki araba yola çıktık. Bora Gümüşdal, Kızı Hare, Babası İsmet Amca ve eşi Güneş Teyze, diğer arabada biz. Çamlıca gişelerinde buluştuk . İsmet Amca ve Bora arabadan indiler. Üzerlerinde aynı renk babalar gününe özel tişörtlerle. Ve bir hediye paketi de Mert’e uzattılar. Ne oluyor orda daha demeden paketten aynı desen tişört ile üçü bir örnek Kuşadası’na yolculuğumuz başladı. Babalar günü kutlu olsun…


Akşam yemeğinde Kuşadası’na varmıştık. Arabaları anlaştığımız bir otoparka bıraktık. Yemek ve biraz Kuşadası keşif turu sonrası otele geçtik. Eski ama tertemiz ve inanılmaz cana yakın işletmecileri ile limanın hemen karşısındaki Liman Hotel’de kaldık. Çocuklar o gece yol yorgunu falan demedi kudurdukça kudurdu. Herhalde dünya tarihi o geceki kadar yaramazlık görmedi. Zeynep’e şaştım kaldım. Hani açık alan cafe’de annen baban oturuyor di mi. Abin ve Hare oralarda oynuyor, kimse uzaklaşmıyor.  Çarşı içinde bir sürü dükkan, bir sürü yabancı insan, kalabalık arasında alıp başını gitmek de ne oluyor? Arkana bir bak bari. O da yok. Bıraksan denizden çıkar. Yerinde tutabilene aşkolsun.


Sabah hızlı bir kalkış ve hızlı bir kahvaltı sonrası 09:00’da kalkacak olan feribotun sırasına girdik. Feribot yarım saat rötarlı hareket etti. 1 saat 45 dakka sonra Ada’ya varmıştık. Pasaport kontrol sonrasında bizi “Dimitris rent a car”  bekliyordu. İşlemleri tamamladık, navigasyonları kurduk ve otelin olduğu lokasyona doğru yola çıktık. Gerçekten nefis bir adaya ayak basmışız.

Ada’nın kuzey tarafı oldukça rüzgarlı ve dalgalı olduğundan konaklamak ve denize girmek için güneye inmeyi tercih ediyoruz.  Mykali Koyu. Butik otel pansiyon tarzı, tatlı bir yunan evinde konaklıyoruz. Oasis Studios. Hemen yan taraf restoran (Mykali restoran)  ve önü plaj (Mykali Beach).  Burnumuzun dibinde ise Türkiye, Dilek Yarımadası manzarası. Sadece 3 km. uzaklığımızda…

İlk günler buradaki plajda takıldık. Diğer günler Psili Ammos plajındaydık. Hem sığ, çocuklar için ideal , hem kumsal olarak keyifli ve sakin bir plajdı. Bu plajda Zeynep nihayet kayboldu.  Yunanlı bir kadın kucağında geri getirdi.  Kadın İngilizce bilmiyordu ama sanırım bana “çocuğuna sahip çıksana be kadın almış başını gidiyordu!” dedi. Bilmiyor ki Zeynep’in başına buyruk, alıp başını gitmelerini. Kime çektiyse. J

Akşamları  genellikle yemeğe Pythagoreio’ya indik. Yemek sonrası pub tarzı yerlerde müzik ve martini keyfi yaptık. İsmet Amca ve Güneş Teyze’nin enerjilerine hayran kaldım. Yaşlarına rağmen bizlere ayak uydurabilmeleri gerçekten çok hoştu. Benim pilim bitti onların bitmedi. İnsanları tatilde tanırsın derler gerçekten dünya tatlısı iki insan tatile renk kattılar.

Bir başka gün adanın koylarını keşfe çıktık. Güneyde Kampos Marathokampou’ya kadar gittik. Orada çok keyifli bir mekan Nick The Greek’te akşama kadar vakit geçirdik. Hayatımda görüp görebileceğim en büyük zeytinlik tarlasını burada gördüm. Çam ormanları ve asmalardan bahsetmiyorum bile. Ve sokaklar Oğlum Bora’nın dikkatini çektiği gibi “sanki az önce yerleri yıkayıp-süpüren fırçalı araba geçmiş gibi tertemiz. Bir tane bile çöp yok.”

Nick The Greek

Ve Pisagor …
Hepimiz matematikteki “Pisagor Üçgeni”ni biliriz. Antik çağın önemli filozof ve matematikçisi Pisagor’un memleketi Samos aynı zamanda.  Adada, bütün hediyelik eşya satıcılarında satılan “Pisagor Bardağı”na, içindeki çizgiyi aşacak miktarda sıvı koyduğunuz anda, özel bir sistem sayesinde, tüm sıvı bardaktan boşalıyor. Söylenene göre bardak, Pisagor tarafından her kesin eşit miktarda şarap içmesi için icat edilmiş.





Samos restoranlarındaki yemekler, size ev hasreti çektirmeyecek kadar tanıdık gelecekler. Mezedes, dolmades, keftedes, homous, tzatziki, spanakopita, tarama, moussakka, loukoumades. Buna ek olarak, Ada’da yetişen muscat üzümlerinden yapılmış şaraplar restoranlarda sürahi ile geliyor. Fıçılardan dolduruluyor. Ülkemizde benzerine rastlanılmayan bir sunum.   Altın sarısı rengi ve portakal kabuğu, tropik meyveler, kekik ve yaban gülünden oluşan etkileyici bir aroması var. Çok güzel soğutarak servis yapıyorlar. Şezlogunuza uzanıp denizi seyrederken tatlı tatlı içmenizi öneririm.
 
Bir akşam yemek için adanın kuzeyindeki Kokari ‘ye gittik. Kokari’de güzel  bir koy, keyifli bir başka kasaba. Biz  Meltemi’ye oturduk.  Dış mekanı güzel bir restorandı fakat biz rüzgardan içerde oturduk. Adanın kuzeyinde çünkü. Kokari’ye giderken Samos merkezden geçtik. Daha doğrusu karşı kıyıdan Samos’u seyrettik.  Aşkam gün batmak üzere, ışıl ışıl bir kıyı şeridiydi gördüğümüz. Yemek sonrası kahve için inmek vardı akıllarımızda ama çocuklar o kadar yorulmuşlardı ki anca otele dönüp, yatırdık onları. Zaten yolda uyumuşlardı.


Adada’ki son akşamımızda İsmet Amca’nın doğum günü vesilesiyle keyifli bir akşam geçirdik. Oğlu Bora doğum günü sürprizleri ile babasını şımarttı. Tatilin son 3 gününe Bora’nın eşi Sedef’te katıldı. Yemekte kocaman nefis bir deniz balığı ve şampanya vardı.






Ve dönüş günü aynı şekilde arabaları teslim ettik. Kısa bir alışveriş turundan sonra feribotumuza geldik. 19:00’da feribot ve 1,5 saat sonra Kuşadası’na vardık. Liman Otel’de 1 gece daha konakladıktan sonra sabah Şarköy’e doğru yola çıktık. 

Kuşadası


Muscat Şarabı

Samos Adası , Haziran 2017

2 Haziran 2017 Cuma

Bir Gezi : Galata Kulesi


Tarih : 17.05.2009 – Pazar
Yer : Karaköy-Galata
Rehber : Çiğdem  (amatör)
Fotoğraflar : Ceyda
Katılımcılar : 1 patron, 1 bankacı, 1 rehber, 1 fotoğrafçı  ve bendeniz

Bir zamanlar gezdikce.com olarak geziler düzenlerdik. Bu sayede güzel insanlar tanıyıp güzel yerler keşfettik. Kokartlı bir rehberimiz vardı. Fakat ben katılımın azlığına güvenerek ona meydan okumak istedim ve bu turun tarihini kendim çalışıp gezginlere anlattım. O da beni uzaktan uzaktan test eder gibi yılan bakışlarla izlemişti. Kulakları çınlasın …



Ve işte rehberlik için çalıştığım muhteşem defter notlarım…

Yerden Çatı ucu h:69,90 mt.
Kule ağırlığı yaklaşık 10.000 ton
Duvar kalınığı . 3,75 mt
İç çapı : 8,95 mt
Dış Çapı : 16.45 mt

Kulenin derinliklerindeki kanallarda bir çok kafatası ve kemikler bulundu.
Orta boşluk zindan olarak kullanılmış.
Kulenin kalın gövdesi işlenmemiş moloz taşlarından yapılmış.
Fatih’in İstanbul’u fethinden önce Hiristiyanlar bu kuleye İsa kulesi diyormuş.

Kule tarihinde intihar olayları da yaşanmış.
1973’de şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 15 yaşındaki oğlu Vedat atlayıvermiş.
Bakınız Galata Şiiri …
1876’da Avusturalyalı biri nöbetçilerin dalgınlığından faydalanarak bırakmış aşağı kendini… (Bu konu ayrı bir araştırma konusu olabilir. Çünkü kule tarihindeki efsaneye göre o kişi herhangi bir turist değil, masonik locanın ritüellerini takip ederek intihar eden biri. Belki bir kurban. !)

1384 yılında kuleyi Ceneviz kolonisi yapmış.
Padişah 2. Murat, kulenin yapımı için Cenevizlilere tam 3.000 altın göndermiş.
Cenevizliler de kuleye 2. Murat adını vermişler. Jeste jeste karşılık.
Bana da o kadar altın verseler neler yapmıştım.


Osmanlı’nın ilk döneminde Yeniçeriler kullanmış.
16. yy’da Kasımpaşa’daki donanmada tutsaklar barınmış.
1638’te Hezarfen Ahmet Çelebi tahtadan yaptığı kanatlarla Üsküdar’a uçmuş.
2. Selim döneminde Türk Astronomu Takiyyeddin tarafından gözlemevi olarak kullanılmış.
1703’de 2. Mustafa döneminde, Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile bir Cizvit papazı kulede bir gözlemevi kurmaya çalışmışlar. Fakat Şeyhülislam efendinin kellesi zamansız gidince çabalar yarım kalmış.
1794’de 3. Selim döneminde kule tarihinin en büyük bir yangını çıkmış.
1832’de 2. Mahmut yeniden yaptırmış.
1875’te kulenin konik tepesi bir fırtınada uçmuş ama hemen akabinde onarılmış.
1964’e kadar yangın kontrol istasyonu olarak kullanılmış.
1967’de turistik hizmete açılmaya karar verilene kadar kapalı kalmış.
Peki ;
2013’te UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil edildiğini biliyor muydunuz ?

Rivayet 1 : Kız kulesi ve Galata Kulesinin birbirine olan aşkı
Rivayet 2 : Eğer Galata kulesine sevgilinizle çıkarsanız onunla evlenirmişsiniz.

Defter notu buraya kadar. Şimdiiiiii ….

Kulede gerçekleşen ilginç olaylar ;

·         İstanbul Fatih Sultan Mehmet’e teslim olduktan sonra bilinen en eski tarihte de burada yaşayan “bir sülale”, tarihin her döneminde sahnede yer almış ve varlığını sürdürme başarısını göstermiştir.
·         Rasathane olarak kullanıldığı sırada bu sülale devreye girerek rasathaneyi kapatmıştır. Hemen akabinde kulede cinayetler işlenmeye , kuledibinde kalbi sökülmüş kadın cesetleri bulunmaya başlamıştır. Halk korkudan o bölgeyi terketmeye başlamış ve Galata çevresi sadece o sülaleye kalmıştır.
·         Kulaktan kulağa yayılan bir başka esrarengiz olay o kadim sülalenin orada bir fahişe tapınağı kurmasıdır. Mabed fahişeliği antik mısırda hatta günümüz Hindistan’ında da görülen çok eski bir ibadet şeklidir. Ama 1 farkla.
·         Burada önce ayinler yapılıyordu. Ancak her isteyen bu ayinlere katılamıyordu. Daha çok elit tabaka bu ayinlere iştirak ediyordu. Oraya gidenler itibarlı sayılıyordu. Korkulan kimseler oluyorlardı aynı zamanda nüfuzlu kimseler olarak bulundukları krallığın yapısında, söz sahibi oluyorlardı. Bugün orada yine genelev vardır. ‘Tarih tekerrür ediyor’ diyenler haksız da sayılmazlar.
·         Ve intihar ritüeli ; senenin belli dönemlerinde, kule dibindeki ayinden sonra kuleye çıkılıp, seçilen kimseler atlayarak intihar ediyorlardı.
·         Fakat oradaki sülale format değiştirerek varlığını bir şekilde devam ettiriyordu. Abdülhamit Han dönemde burada intihar vakaları yine artmıştı. Bu ritüelden bir türlü vazgeçmiyorlardı.
·         Abdülhamit Han hemen kolları sıvadı ve gelen raporlar çok ilginçti: Kule dibinde tıpkı eski dönemlerde olduğu gibi yine fuhuş yapılıyordu. Ticaret gemileri ile Dünya’nın çeşitli yerlerinden gemilerle gelen kadınlar, buradaki o eski tarikat tarafından fuhuşa zorlanıyor, gayri meşru doğan çocuklar, belli bir yaştan sonra çok gizli bir ritüelle intihar ettiriliyordu.
·         Abdülhamit Han, birliklerini baskına gönderdiğinde bir görüyorlar ki bir tür masonik tarikat ile karşı karşıyalar. Sorguya çekilen itirafçılar serbest bırakıldılar ancak bir süre sonra bunların da intihar ettikleri gözlendi.
·         Yapı dağıtılmasına rağmen, o eski sülale orada kalmaya devam etti. Aile çok zengindi.

Acaba o aile kimdi ? Merak edenler için devamı  bu linkte: https://biliyomuydun.com/116341

Gezi sonrası günün yorgunluğu, kulenin hemen dibindeki Anemon Otel’in terasında geçirmeniz şiddetle tavsiye olunur. Gidin ve yüzyıllardır bu kule acaba hangi esrarengiz olaylara sahne olmuştur acaba diye düşünerek shirazınızı  yudumlayın…